Darbe'den 2000'li yıllara öğrenci hareketi

1980’li yıllarda, bugünün öğrenci hareketlerinde artık gündeme bile alınmayan merkezi örgütlülük tartışmaları son ana kadar hedeflenen bir amaç olmuş ve 1991’e kadar gündemde kalmıştır. 

12 Eylül 1980’de yaşanan askeri darbe ile tüm toplumsal alan yeniden düzenlendi. Darbe, sadece sosyalistleri örgütsel olarak yenilgiye uğratmadı; yaptıkları mücadelenin toplumsal algısını da değiştirdi. Halk, kıyısından bile olsa bulaştığı mücadele deneyimlerini unutarak 12 Eylül anayasasına, darbeden sadece iki yıl sonra, %93 gibi yüksek bir oranla evet demekten çekinmedi. Tarihsel olarak üniversite ile geç tanışan Türkiye, 1968 ve sonraki yıllarda fiili olarak kazandığı özerkliği, 80 darbesi ile YÖK’e teslim ediyordu. 

12 Eylül’e karşı örgütlü ilk tepkiler öğrencilerden gelecek ve 1984 yılında A.Ü. Hukuk Fakültesi’nde ilk öğrenci derneği kurulacaktı. Bu sürecin ardından bir çok ilde arka arkaya kurulan öğrenci dernekleri, iktidarı dernekler yasasını ve disiplin yönetmeliğini değiştirmeye yöneltmiş; 1987 yılında, neredeyse tüm ülke çapında yasaya karşı yapılan birçok eylem sonucunda, yasa değişmediği gibi cin de artık şişeden kesin olarak çıkmıştır. Öğrenci hareketininin ardından, emek kesimindeki hareketlenmeler, darbeye karşı yürütülen insan hakları merkezli eleştiriler ve eylemlilikler giderek artmıştır.

Bu dönemde yaşanan yoğun dernekleşme ve yeni çıkan yayın enflasyonu demokratik mücadele olanaklarının henüz gelişkin olduğu anlamına da gelmiyordu. Darbenin hemen ardından çıkan (1981) ve uzun yıllar bu alanı tek başına dolduran Yarın dergisinin 9 yıl süren yayın hayatının bu süreci etkilediğini belirtmek gerekir. Ama ilk dernekleşme kararını alan Yarıncıları ve onu izleyen diğer devrimcileri epey zorlu süreçler bekliyordu. Dernek kuruluşu için belgeleri teslim eder etmez 7 kişilik kurucu ortadan kaybolmak zorunda kaldı; çünkü daha akşamında kurucu üyelerin evleri basılacak, üyeler gözaltına alınacak, günlerce işkenceden sonra üstüne de tutuklanacaklardı. Yapılan her genel kurulda değişen yönetim listesi aslında cezaevinin yeni yolcu listesi gibi görülüyordu. Tüm merkezi eylemliliklerin sert polis baskısına uğradığı, gözaltı sürelerinin 30 güne kadar uzatılabildiği bu dönemde, hala öğrenci hareketi içerisinde yer alabilenler “herşeyi göze almış militan” olarak algılanmaya başlamıştı. Yine de öğrenci hareketinde en çok tartışılan konulardan birisi “kitleselleşme” idi. Bu koşullara rağmen, örneğin 10.000 kişilik ODTÜ’de 900 olan dernek üye sayısının (1988) sonraki yıllarda mumla aranacağı bilinseydi, belki bu tartışmalar farklı yürütülürdü. Çünkü dönemin aktivistleri için referans noktası hala 80 öncesi ulaşılan örgütlülük düzeyiydi. Tüm zorluklara rağmen sadece büyük illerde değil, şu anda artık sağa teslim edilmiş taşra kentlerinde bile örgütlülük hızla yayılmıştı. 

Bu dönemde de üniversitenin nasıl olması gerektiği konusunda neredeyse dönemin fraksiyon sayısı kadar değişik tanım ortaya çıkmıştır. Her örgüt kendi ayrımını ortaya koymak için “demokratik özerk üniversite”den, “demokratik halk üniversitesi”ne uzanan değişik tanımlar kullanmaya ve birbirlerinin tezlerini “orta sayfalarda” çürütmeye çabalıyordu.

Sol içi rekabet kendini göstermeye başladı ve varolan tek dernek içinde mücadele yerine, ayrı ayrı dernekler ve platformlar örgütlenmeye başlandı. Bunun ilk örneği olan TÖDEF, önce birçok devrimci çevre tarafından merkezi örgütlülüğü bozduğu gerekçesiyle eleştirilmiş; ama ardından da herkes kendi TÖDEF’ini kurmuştur. Tüm öğrenci hareketinin ortaklaşa davranma tarzının bugünün okuyucusunda algı zorluğu yarattığının farkındayım, ama ODTÜ’de merkezi kararla düzenlenmeyen ilk eylemin 1990 yılına denk geldiğini ve bu durumun okul içindeki devrimci çevrelerde bir şaşkınlığa yol açtığını belirtmeliyim. Çünkü o yıla kadar ayrı eylemlilik veya etkinlik düzenlemek kimsenin aklından geçmez, dernek genel kurullarında bazen yumruk yumruğa kavgalar edilse de dernek kararı kesinlikle çiğnenmez, aksine bu karara uyulurdu. 1980’li yıllarda, bugünün öğrenci hareketlerinde artık gündeme bile alınmayan merkezi örgütlülük tartışmaları son ana kadar hedeflenen bir amaç olmuş ve 1991’e kadar gündemde kalmıştır.

1991 yılı özellikle İstanbul üniversitelerinde işgal üzerine işgal yaşanan bir döneme denk gelmiştir. Bu işgallere katılım sayısı hızla düşmüş, öğrenciler karşılarına çıkan polis gücünü karşılayamaz hale gelmiştir. Eylem biçimlerinin ise iyice mantıkdışı hale geldiğini söylemek mümkündür. 92 yılında İstanbul Üniversitesi yemekhane zamlarına karşı silahlı bir örgütün il komitesi adıyla üniversitede bildiri dağıtılması bu durumun sadece bir örneğidir.

Reel sosyalizmin yıkılması her ne kadar sovyetik olmayanlarda “biz demiştik” sevincine yol açsa da, aslında duvar boylu boyunca tüm sosyalist hareketlerin üstüne yıkıldı. Bu dönem bir anda sadece öğrenci hareketinde değil, tüm toplumsal mücadele alanlarında geri çekilmeye neden oldu. 80 sonrası kendini yeniden örgütlemeyi becerebilen, örgütsel olarak yenilmeyen sol, ideolojik saldırının karşısında ciddi bir moral bozukluğu ve kafa karışıklığı yaşadı.

Yargısız infazlar dönemi de diyebileceğimiz 1991-1995 dönemi ise öğrenci hareketinin kayıp yıllarıdır. Sadece 1993 yılında infaz edilen öğrenci sayısı 23’tür. Kürt hareketine karşı yürütülen iç savaştan batıdaki muhalefet de payını alırken; bir önceki kuşak, ya ideolojik yıkımla köşesine çekilmiş, ya infaz edilmiş ya da cezaevine gönderilmiştir. Yine bu dönem aşırı politikleştirilen öğrenci derneklerinden sonra alana dönme ihtiyacı hisseden sosyalist öğrencilerin öğrenci kulüpleri üzerinden köşe kapmaca oynadığı dönemdir.

Buna rağmen 1996 da başlayacak hareketlenmenin kitlesel ayağının da bu kulüp faaliyetleri olduğunu eklemek gerekir. Harçlara yapılan %400 zam, okullarda artan faşist saldırılar, Gazi Katliamının ve ona karşı direnişin yarattığı silkinme, üniversiteleri yeniden hareketlendirmiştir.

1991 yılında rafa kalkan merkezi örgütlenme tartışmaları, bir yandan taban merkezli “öğrenci koordinasyonları”nı, bir yandan da siyasetler eksenli “öğrenci platformu”nu merkezi örgütler olarak yeniden canlandırmıştır. Dönemin karakteristiği bir öncekine göre daha farklılaşmış; gerek eylemlerin çeşitliliğinde, gerek kullanılan dilde bir renklilik yaşanmıştır. Bu dönemde esas olarak parasız eğitim talebi öne çıkmış, bu talep kamuoyunda “harçsız üniversite” olarak algılanmıştır. Ama hareketin unuttuğu şey, ülke kamuoyunun artık neoliberal dili sahiplendiği, mesela PTT’nin özelleştirmesini engellediği için Mümtaz Soysal’ın vatan haini ilan edilebildiğidir. Mücadelenin sadece harçlara sıkışıp kalması ve öğrenci hareketinin “nasıl bir üniversite” talebine yanıt üretememesi, zamanla kendi gündemini yaratan değil de gündemi takip eden ve ona mahkum olan bir öğrenci hareketine sebep olmuştur. Ayrıca iki merkezi örgütlenme arasındaki rekabetten dolayı (aynı yer ve saate eylem koymak gibi) sürekli ve yorucu bir şekilde eylem yapan (harçlara karşı açlık grevleri!) ve edindiği yaratıcı tarz yerine eski alışkanlıklarına hızla geri dönen, sönümlenen bir öğrenci hareketi ile karşı karşıya kalınmıştır.

1997 yılından sonra, her ne kadar 91-95 kopuşu gibi bir sönümlenmeden bahsedemezsek de üniversitelerde sürekli olarak, az ya da çok, muhalif öğrenci örgütlenmeleri bulunmuştur. Ancak 1997’den sonra ne merkezi ortak örgütlenme deneyiminin bir daha yaşandığını, ne de eski deneyimleri yeni kuşaklara taşıyacak kurumsal aklın ve yapıların oluşturulabildiğini söylemek mümkündür. Daha da kötüsü, bu iki konunun artık gündemde bile olmamasıdır. Halbuki, bundan sonra öğrenci hareketinin birincil önceliği kendi ortak mücadele özörgütünü kalıcı ve kurumsal olarak kurmak, ve dolayısıyla her kuşağın enerjisini bu anlamda yeniden yeniden harcamasının önüne geçmek olmalıdır. Burjuvazinin YÖK’ü var, ama ya öğrencilerin? İkinci olarak da, üniversitedeki politik mücadele artık yalnızca egemen sınıfın alana ilişkin verili politikalarına karşı değil, bu alandaki gündelik yaşam kültürüne, onun akademik anlayışına, onun yarattığı ve dayattığı sosyal psikolojiye ve hatta onun fiili estetik anlayışına karşı da verilmelidir. Farkında mıyız? 4 yıllık bir üniversite yaşamından elde edilen deneyim, bir insanın geriye kalan 40-50 yıllık ömründeki ideolojik yönelimlerini belirlemektedir.

Nazır Kapusuz 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder